Türkiye’de solun son zamanlardaki ana gündemi Rojava... Konuşulanlara ve eylenenlere bakıldığında iş cinayetleri ve taşeron sistemi gibi emek sorunlarının da aynı ilgiye mazhar olduğunu söyleyebiliriz elbet. Ancak bu konulara yaklaşımın temelini argümanları son derece belirli, bildik anlamda reaktif bir tutum oluştururken, Rojava’yı nasıl anlamak gerektiğine dair merak duygusuyla yoğrulmuş verimli bir kafa karışıklığı yaşanıyor.
Bu yönüyle solun Rojava ile birlikte uzun süreden beri belki de ilk defa varlık nedenini tartıştığını ve kurucu düşünceyle imtihan edildiğini söyleyebiliriz. Tabii, solun büyükçe bir kesiminin Rojava ile ilk zihinsel temasını Kobanê Direnişi vesilesiyle kurduğunu da belirtmek gerekiyor. Her ilişkilenme, tarafların yeniden tanımlanmasını da beraberinde getiriyor şüphesiz. Peki sol, bugüne kadar Kobanê Direnişi üzerinden kendini ve Rojava Devrimi’ni nasıl tanımladı?
Kobanê'de kuşatılan nedir?
Açıkçası yerleşik algının Kobanê’de yaşananları çoğu zaman “karanlığın ve emperyalizmin pençesindeki bir insanlık dramı” olarak görmenin çok da ötesine geçebildiği söylenemez. Buna göre, IŞİD kuşatmasına karşı Kobanê Direnişi desteklenmeli ve IŞİD ile onu besleyen güçler telin edilmedir zira Kobanê’de insanların hayatı İslamo-faşist karanlığın tehdidi altındadır. Emperyalizmin beslediği eli kanlı çeteler Ortadoğu’yu kirli hesaplar ve akıl almaz barbarlıklarla bir kan gölüne çevirmektedirler ve bize düşen de insanlığa karşı işlenen bu suçu teşhir etmek ve anti-faşist mücadeleyi yükseltmektir. Gün, Rojava’lı kardeşlerimizin yanında olma vaktidir.
Bu söylemde yanlış herhangi bir şey yok gibi gözükebilir. Ancak böyle bir söylem ve buna paralel gelişen duygusal tutum ve pratikler sadece Rojava’da gerçekten ne olup bittiğini anlamamıza engel olmakla kalmıyor, yapılan mücadele çağrısının samimiyetine de gölge düşürüyor. Lafı dolandırmayalım, böyle bir tanımlama, Rojava Devrimi’ni ve Kobanê Direnişi’ni farkında olmadan dışsallaştırıyor, araçsallaştırıyor ve onunla hakiki bir ilişki kurulmasını engelliyor. Ne demek bu?
Toplumsal sözleşmesinde bölüşümü “herkese emeği kadar” ilkesinin yöneteceği, “toplumsal üretim araçlarının tesis edileceği” açıkça belirtilse de (Rojava Toplumsal Sözleşmesi, 42. Madde), üretim araçlarının özel mülkiyetinin toptan reddine dayanmadığı için Rojava Devrimi’nin Sosyalist değil ancak en fazla “sosyal yanları da olan ulusal demokratik bir devrim” olabileceği düşünen çevreler, Kobanê Direnişi’ni bizatihi kendi direnişleri olarak görmekten çok henüz yeterince olgunlaşmamış bir özgürlük mücadelesi olarak okumaya meyilli oluyorlar.
Böyle olunca Kobanê’de direnenler ile bir özdeşlik ilişkisi kurmaktan ziyade yüzeysel bir benzerlik ilişkisi kuruluyor. Ancak bu benzerlik ilişkisi pozitif değil, çoğunlukla negatif bir tanımlama üzerinden yapılıyor: Kobanê’de kuşatılanın tam olarak kendi sosyalizm projemiz olmadığını düşündüğümüz için ortaklığı neşe ve tahayyül üzerinden değil, düşmanlık üzerinden kuruyor, yani meseleyle daha çok ortak düşman üzerinden ilişkileniyoruz.
Diğer bir deyişle, Kobanê’nin direnişinden daha çok IŞİD’in Kobanê’ye saldırması ile ilgilendiriyor bizi. Hal böyle olunca da Kobanê’de muhafaza edilmesi gereken şey tüm gerçekliği ile kendi hayatlarımız ve hayallerimiz değil, soyut bir “insanlık”; çağrının muhatabı da arzularımız değil, “vicdanımız” oluyor. Bu da, politik etki ve manevra kabiliyetini kısıtlayan bir samimiyet sorunu yaratıyor, zira iki tarafa da arzulara aşkın bir perspektiften, mekânsız bir noktadan bakmaya çalışıyor. Ancak böyle bir yer yok elbette. Dışarıdan yapılan böyle bir çağrı, somut olana tam dokunamadığı için atalet, melankoli ve bir süre sonra umarsızlık yaratıyor.
Rojava devrimi: merkezsizleşme
Rojava’da olanı sosyalist teori üzerinden “yarım devrim” olarak kavramaya devam ettiğimiz müddetçe bu ilişkilenememe hali de devam edecek. Peki bu noktada kısır tartışmalara düşmeden nasıl bir kavrayış geliştirmeliyiz ki Rojava’da anlatılanın tam anlamıyla sosyalizmin değilse bile sosyalistlerin de hikayesi olduğunu gösterebilelim? Bunun için felsefi anlamda komünizmden ve özgürlükten tam olarak ne anladığımızı tekrar tekrar konuşmamız iyi bir başlangıç oluşturabilir.
Eğer komünist idea, “herkese ihtiyacı kadar” diyen kantitatif bir dağıtım çizelgesinden öte bir özgürleşme projesi ise; eğer şeylerin özgürlüğü “daha otonom hale gelmek”, yani kendi etkilerinin nedeni olabilmek demek ise ve bunun öncelikli şartı şeylerin kendilerinin dışında oluşan her türlü merkezin asimetrik etki gücünden (piyasa, sermaye, devlet, baba, koca, ağa, komutan, vb.) mümkün mertebe özgürleşmek ise, Rojava imkânı en sahicisinden devrimci bir karakter taşır, zira Rojava’da kurulmaya çalışılan şey, hayatın her alanındaki iktidar merkezlerinin yıkılması, diğer bir deyişle hayatın demokratik bir biçimde “merkezsizleştirilmeye” çalışılmasıdır. Bunu sadece hukuki ve siyasi iktidar anlamında yerel yönetimlerin güçlendirildiği bir idare biçimi olarak okumak eksik olacaktır, zira niyet edilen ve var olan şey bundan çok ama çok daha fazlasıdır.
Örneğin sosyalistlerce “asıl mesele” olarak addedilen ekonominin yapısı da devrimci manada merkezsizleştirilmeye çalışılıyor Rojava’da. Toplumsal Sözleşme’de belirtildiği ve Cizire Kantonu Ekonomi Sorumlusu Adurrahman Hamo’nun da dile getirdiği üzere, bu yolda toplumsal olanı yöneten bir merkez olarak sermayenin tahakkümünün yıkılması projesi devrimin ikincil değil, “ana gündemi”:
Toplumun ihtiyaçlarını sağlanmasını istiyoruz ancak, bu şirketler halka çalışacak. Kapitalist ekonominin burada yeşermesine ve kendisini geliştirmesine izin vermeyeceğiz (...) Kapitalizmin bizim sorunlarımıza cevap olmayacağını biliyoruz (...) Toplumda bir yanılgı var, ekonomi ile kapitalizmin aynı şey olduğu zannediliyor, ancak bunlar aynı şeyler değil. Ekonomi kapitalizm değildir, aksine kapitalizm ekonomiyi öldürmüştür. Bu nedenle kapitalistler, toplumun ekonomisini geliştirmesi önünde engeller oluşturmuştur. Burada kurulan veya kurulacak olan şirketler kapitalist bir mantık ile iş yapmayacak ve yapamayacaktır.
Demokratik özyönetim
Hamo ve meseleyle ilgili diğer inisiyatiflerin anlattıklarına bakılırsa kurulmaya ve uygulanmaya çalışılan şey halkın ekonomi alanında demokratik bir özyönetim geliştirmesi. Yani, eski merkezi devletten alınan toprakların halka dağıtılması sonucu kurulmuş komünlerden, komünlerin içindeki kooperatiflere, kooperatifleri oluşturan çiftliklere, bu çiftliklerde çalışan işçilere kadar ekonominin her alanının merkezsiz, yani toplumsal hale getirilmesi. Tarım ve hayvancılık kurumu yönetimi üyesi Newzat Silêman bunu açıkça belirtiyor:
Bütün köylere ulaşmaya çalışmak, kooperatifler oluştuktan sonra elimizdeki bütün toprakları bu kooperatiflerin hizmetine sunmak, kooperatiflerin üyelerini de çoğaltmak çünkü toplumun çoğunluğunun fayda görmesini sağlamak için çalışmalarımız var.
Bu, ne üretileceğine, ne kadar üretileceğine, nasıl bölüşüleceğine yerellerden başlayarak birlikte karar verilmesi anlamına geliyor. Bu noktada özel mülkiyetin varlığı toptan reddedilmese de, Halep Üniversitesi Ekonomi Anabilim Dalı Öğretim Görevlisi ve Afrin Ekonomiyi Canlandırma, Geliştirme Komitesi üyesi Dr. Dara Kurdaxi’nin de belirttiği üzere, bu, özel mülkiyetin “kutsal” veya kategorik olarak “dokunulmaz” kabul edildiği anlamına gelmiyor asla:
Şimdi Rojava’da ekonomiyi canlandırma ve geliştirmek için esas aldığımız bir yöntem var. Rojava’da izlediğimiz yöntem özel mülkiyete karşı bir yöntem değil, fakat sonunda bu özel mülkiyetin de Rojava’da yaşayan tüm halkların hizmetine girecek bir noktaya getirecek bir yöntemdir aynı zamanda (...) İzlediğimiz ekonomik canlanma ve ekonomiyi geliştirme modeli toplumsal ekonomik modeldir. Yani çevresine saygı göstermeyen kapitalist bir model değil; toplumu sınıfsal çelişkilere sürükleyen, sonunda sermayenin hizmetine giren bir model de değil. Kendine has özellikleri olan öz gücü, doğal kaynakları ve güçlü alt yapısına dayanan paylaşımcı bir modeldir.
Bu model, liberal ekonomi modelinden köken olarak farklı, zira liberalizmde toplumsal olan özel mülkiyet için bir araç haline gelebilirken, Rojava’da tam tersine özel mülkiyet toplumsal olan için araçsallaştırılıyor. Ancak bu ters-yüz ediş merkezî sosyalist bir devlete denk düşmüyor:
Tarih boyunca ekonomi toplumsallıktan ayrı geliştirildi. Bununla sömürgeci devletçiklerin oluşmasının önünü açtılar. Sonunda ekonomik liberalizmi yarattılar. Buna karşı reel sosyalizm de ekonomiyi anlamından uzaklaştırdığı için devletin bir parçası yaptı ve ekonominin her şeyini devlete bıraktı. Bununla da uluslararası ekonomi şirketleri, kartel ve tröstleri ile sermayedarlardan çok farklı bir şey ortaya çıkarmadı. Bu tarihsel sonuçlar Rojava’da yeni bir model izlememiz gerektiğini bize gösterdi. Bunun için projemizde ekonomiyi gerçek doğasına kavuşturmak üzerine geliştirdik. Bunu sadece Rojava ve Suriye için değil tüm Ortadoğu’ya bir model olarak ortaya koyduk.
İnsiyatif, otonomi, "yeni insan"
Bu modelle Rojava Devrimi “herkese ihtiyacı kadar” diyen komünist ilkeyi kabul etmenin ötesine geçip, bir anlamda onun “gizli öznesini” de sorguluyor. Herkesten emeği kadarını alıp herkese ihtiyacı kadarını dağıtacak olan “kimdir” veya “nedir”? Bu soruya cevap olarak, yerel halk meclislerinin, komün ve kooperatiflerin denetiminde olan ve uzun vadede toplumsal olan içinde eritilmesi koşuluyla sınırlı bir özel mülkiyet anlayışı, insanlar için doğru olanın ne olduğunu dışarıdan vâzeden ve herkese emeği/ihtiyacı kadarını “dağıtan” kadir-i mutlak bir dış merkez olarak Devlet aygıtından daha az merkezî bir yapıya işaret ettiği için tercih ediliyor.
Böylece merkezîliği reddeden bir devrimin bireylerinin daha fazla inisiyatif almak durumunda kalacağı ve daha otonom bir hale gelme şansı elde edeceği düşünülüyor. Diğer bir deyişle, Rojava Devrimi, Kapitalist modernite ile dört tarafı sarılmış bir coğrafyada bireylerin “yeni insan” tahayyülünü kendi kendilerine gerçek kılmalarının yolunu açmaya çalışıyor.
Bu sebeple, Rojava’da olanı “sosyal yanları da olan ulusal bir demokratik devrim” diye adlandırmak yanlış olacaktır, zira Rojava’da “sosyal olan”, devrimin çeperinde duran, onunla birlikte gelen bir yan kazanım değil, devrimin aslî unsurudur. Olmakta olan bildik manada bir sosyalist devrim değildir, ancak en az onun kadar komünist fikirli, komünist pratikli bir devrimdir. İşte bu yüzden Kobanê’de direnenler sadece komşularımız, kardeşlerimiz, arkadaşlarımız değil, aynı zamanda en sahicisinden yoldaşlarımızdır, bizizdir. Aradaki ilişki bir benzerlik değil, komünist ideadan doğru bir özdeşlik ilişkisidir. Dolayısıyla Kobanê’yi savunmak da “devrime ve özgürlüğe giden yolu” değil, bizatihi olmakta olan devrimin ve özgürlüğün kendisini savunmaktır.
Özetle, IŞİD ve destekçileri sadece masum insanları öldüren ortak düşmanımız oldukları için değil, yaşamak istediğimiz hayatı, tahayyülümüzü, neşemizi tehdit ettiği için de telin edilmelidir. Bu bağlamda Kobanê Direnişi de sadece insanlar kendi canını, toprağını savunduğu için değil, aynı zamanda en güzel projemizi savundukları için de değerli olmalıdır. Anlatılanın bizim hikayemiz olmasının tek şartı, Rojava’yı kendi projemiz olarak görmektir. Bu, meseleye bencil bir noktadan yaklaşmak değil, tam aksine, arzuların ortaklaşmasının gereğidir. Samimi, süreğen, neşe dolu ve atalete uğramayan bir dayanışma ancak böyle mümkün olabilir.